Kral’ın yolu
Kral, halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeyi düşündü. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.
Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti. Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu. Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerinde hepsi aynı şikayette bulundu; yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.
Günün sonunda yalnız bir yolcu bitiş çizgisine yorgun - argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:
"Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı.” Kral gülümseyerek cevap verdi:
"O altınlar sana ait delikanlı."
"Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."
"Evet" dedi kral. "Bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan geçen en güzel kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir
Çalışmanın sonucu
Bir sihirbaz, sultanın huzurunda kabiliyetlerini sergiliyor, sultanın ve seyircilerin hayranlığını kazanıyormuş. Sultan da bu numaralar karşısında şaşkınlık ve hayranlık içerisinde bağırmış: “Allahım bana yardımcı ol, nasıl bir mucize, nasıl bir cinlik!”.
Fakat vezir söyledikleriyle sultanın düşüncelerini bölmüş: “Sultanım, hiçbir usta gökyüzünden zembille inmez. Sihirbazın sanatı onun çalışkanlık ve pratiğinin sonucudur.”.
Sultan vezire kızmış. Vezirin kendisinden farklı görüş söylemesi sultanın huzurunu kaçırmış. Veziri hor görerek ona bağırmış: “Seni nankör adam. Bu kadar yapılan numaraların nasıl çalışmayla, pratikle elde edildiğini iddia edebilirsin. Yeteneğin ya vardır ya yoktur. Senin zaten beraberinde zindana götüreceğin hiçbir yeteneğin yok. Orada benim sözlerimi düşünmeye bol bol vaktin olacak. Ama orada yalnız olmayacaksın, kendi türünden bir hücre arkadaşın olacak. Bir danayla beraber zindanda kalacaksın.”.
Muhafızlar veziri hücresine götürmüş. Vezir birinci günden başlayarak danayı kaldırıp zindanın kulesinin merdivenlerini çıkmaya başlamış. Bunu her gün yapmış. Aradan aylar geçmiş. Dana büyüyüp güçlü bir öküz olmuş ve her gün alıştırma yapmaktan dolayı vezirin de gücü artmış.
Bir gün sultanın aklına zindana attırdığı veziri gelmiş. Gidip veziri görmek istemiş ve gördükleri karşısında şaşırmış ve haykırmış: “Allahım bana yardımcı ol, nasıl bir mucize, nasıl bir cinlik!”.
Öküzü kollarında taşıyan vezir daha önce söylediği sözlerle cevap vermiş: “Sultanım, hiçbir usta gökyüzünden zembille inmez. Bağışlayıcılığınız ile bana bu hayvanı verdiniz. Gücüm, çalışkanlığımın ve çalışmalarımın sonucudur.”.
Ana yüregi
Delikanlı küçük bir kasabada annesiyle mutlu bir hayat yaşamaktadır. Üstelik birbirlerinin tek varlıklarıdır. Günlerden bir gün kasabaya çok güzel bir genç kız gelir. Fakat genç kızın yüreği kendisi kadar güzel değildir. Gayet kibirli, kendini beğenmiş ve gözü yükseklerde olan bir kızdır bu. Bizim delikanlı da genç kızın güzelliğine kapılmış ve kıza sırılsıklam aşık olmuştur. Günlerce peşinden koşmuş ama kız delikanlıya hiç yüz vermemiştir. Bu arada delikanlının annesi olayın farkına varmış varmasına da hangi güç engel olabilirmiş ki, delikanlı aşık olmuştur bir kere. Ana yüreği dayanamaz ve en sonunda delikanlıyı kıza karşı uyarır. Ne çare, delikanlının gözü kızdan başkasını görmez. Genç ve güzel kız ise delikanlıyı iyice kendisine bağlamış, avucunun içine almıştır. Ana yüreği artık delikanlının böylesine sömürülmesine dayanamaz, son defa oğlunu karşısına alıp konuşmaya çalışır, ama boşa kürek çektiğini anlar. Delikanlı eski delikanlı değildir artık...
Ertesi gün delikanlı, yine genç kızın peşinden koşarken onu ölesiye sevdiğini ve evlenmek istediğini söyler. Kalbi kendisi kadar güzel olmayan kız bu işe bir şart koşar:
– Annenin yüreğini bana getirirsen seninle evlenirim.
Delikanlının gözü aşktan başka hiçbir şey görmediği için, bu isteği düşünmeden kabul eder. Koşarak annesinin yanına gelir ve:
" Senin yüreğin genç kızla birlikte olabilmem için tek yol!" der. Annesi hiç tereddütsüz yüreğini söker ve delikanlıya verir. Delikanlı büyük bir sevinçle genç kıza geri döner fakat yolda ayağı taşa takılıp düşer. İşte o anda ana yüreğinden bir ses gelir:
" CANIN ACIDI MI YAVRUM?!..."
En Güzel gül
Evvel zaman içinde muhteşem bir hükümdarın dünyalar güzeli bir kızı varmış. Kız evlilik çağına gelmiş ama kimseleri beğenmezmiş. Ne kralların oğulları, ne vezirlerin oğulları, ne zengin tüccarların oğulları… Kız herkese burun kıvırıyormuş. Bu ülkede yakışıklı ama fakir bir genç de istemiş bu kızı. Tabi ki reddedilmiş.
Bu genç başka bir ülkeye gitmiş, çalışmış; çok zengin olmuş. Ülkesine yıllar sonra geri dönmüş. Ülkesine geri döndüğünde kendisini reddeden bu kızı görmek istemiş. Sormuş soruşturmuş, kızın evini öğrenmiş.
Gitmiş evin önüne ve beklemeye başlamış. Derken kapı açılmış, çirkinler çirkini bir adam çıkmış. Adam gittikten sonra bizimki kapıyı çalmış. Kız açmış kapıyı. Genç, neden bu kadar çirkin bir adamla evlendiğini öğrenmek istemiş. Kız bunu anlatmak için evin arkasında bulunan muhteşem bir gül bahçesine götürmüş genci.
– Sorunun cevabını öğreneceksin. Şimdi bu gül bahçesinde en güzel gülü bulup bana getireceksin. Yalnız bir şartla… Bahçede ilerlerken asla geri adım atamazsın.
Tamam demiş genç ve başlamış yürümeye. Genç adam tam en güzel gülü gördüm derken, başka güzel gül görüyormuş. Tam o güle elini atacakken başka güzel bir gül, tam onu koparacakken başka güzel bir gül…
Bir bakmış ki, bahçenin sonuna gelmiş, geriye de adım atması yasak! Bahçenin sonunda boynu bükük çirkin bir gül.
– İşte! demiş kız. Anladın mı şimdi niye bu adamı seçtiğimi?
Bir saat
Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulmuş. Çocuk babasına:
– Baba 1 saatte ne kadar para kazanıyorsun diye sormuş.
Zaten yorgun gelen adam:
– Bu senin işin değil diye yanıtlamış. Bunun üzerine çocuk:
– Babacığım lütfen bilmek istiyorum diye yanıt vermiş. Adam:
– İllaki bilmek istiyorsan 20 dolar diye yanıt vermiş. Bunun üzerine çocuk:
– Peki bana 10 dolar borç verir misin diye sormuş. Adam iyice sinirlenip:
– Benim, senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi derhal odana git ve kapını ka-pat demiş. Çocuk sessizce odasına çıkıp kapısını kapatmış. Adam sinirli sinirli bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder demiş kendi kendine. Aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşmiş ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşünmüş. Yukarı çocuğun odasına çıkmış ve kapıyı açmış. Yatağında olan çocuğa:
– Uyuyor musun diye sormuş. Çocuk:
– Hayır diye yanıtlamış.
– Al bakalım istediğin 10 doları; sana az önce sert dav-randığım için üzgünüm ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim demiş. Çocuk sevinçle haykırmış:
– Teşekkürler babacığım. Yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkarmış, adamın suratına bakmış ve yavaşça paraları saymış. Bunu gören adam iyice sinirlenerek:
– Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun, benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok demiş. Çocuk:
– Ama yeterince yoktu demiş ve paraları babasına uzatarak:
– İşte 20 dolar, 1 saatini bana ayırır mısın?
Dua eden Eller
Albrecht Durer, 1471-1528 yılları arasında yaşamış bir ressam. 18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek çocuğundan biri. İki kardeşin de resme karşı olağanüstü bir ilgileri ve yetenekleri var. Her ikisi de sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma hayali kuruyorlar.
Aile ise bu durum karşısında çaresiz. Madencilik yaparak geçinmeye çalışıyorlar ve karınlarını zor doyurabilmekteler. Bu durum karşısında iki kardeş kendi aralarında kura çekmeye ve kazananın sanat okuluna gitmesine, geride kalanın daha çok çalışıp kardeşini okutmasına karar veriyorlar. Albert ve Albrecht arasındaki bu kurada okula giden, dönüşte diğer kardeşi okuması için okula gönderecek ve kendisi de madende çalışacaktı.
Kurayı kazanan Albrecht okula gider ve bütün öğretim görevlilerini kendine hayran bırakarak çok büyük başarılar elde eder. Okulu birincilikle bitirdiğinde yöredeki bütün okullarda ismi bilinmektedir. Ailesi Albrecht onuruna güzel bir yemek verir. Kendisini öven konuşmalardan sonra Albrecht söz alır ve kendisine bu başarıları yaşatan kardeşine teşekkür eder. Şimdi sıranın kardeşinde olduğunu ve okumaya göndereceği kardeşi için madende çalışmaktan büyük gurur duyacağını söyler.
Kardeşinin yanıtı ise; “İmkansız sevgili kardeşim…” şeklindedir. “Seni okulda okutabilmek için çalıştığım senelerde bütün parmaklarım madende defalarca kırıldı. O nedenle kalem tutmam mümkün değil.”
Kardeşinin durumuna hakikaten üzülen Albrecht ise kendisini dünyanın en ünlü ressamları arasına sokan o ellerin, kardeşinin ellerinin resmini çizer.
İşte bütün dünyanın Praying Hands (Dua eden eller) olarak bildiği esas ismi Hands (Eller) olan resim Albrecht Durer'in kardeşinin elleridir.
Dirilen köpek
Olay, bir havayolunun Hamburg - İstanbul seferini yaparken oluyor.
Almanya’dan binen bir bayan, köpeğini inince almak üzere pet sepet içinde kargoya veriyor. 2 saat sonra uçak inince önce kargo açılıyor ve köpeğin ölmüş olduğu ortaya çıkıyor. Yer müdürü, "Ne yapalım; kargoya konan hayvan ölürse çok büyük cezası var!" diye düşünürken oradan biri atılıyor ve "Bu köpeğin çok benzeri bizim mahallede var, kadını 15 dk bekletin onu getirip değiştirelim." diyor.
Nitekim öyle yapılıyor, ölü köpeğin tasması da yenisine takılıyor. Bu arada kadın, "Köpeğim nerede?" diye sabır-sızlanıyor. 5 dk sonra kargodan çıkan köpeği gören kadın o anda düşüp bayılıyor. Alandakiler herhalde kendi köpeği olmadığını anladı da bayıldı diye düşünüyorlar. Kadın kendine gelince olay ortaya çıkıyor… Kadın zaten Almanya'dan köpeğinin ölüsünü getiriyormuş!
Dogru Dili kullanmak
Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk birkaç haftasını huzur içinde geçirir, ama sonra ders yılı başlar. Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan öğrenciler yoldaki her çöp bidonunu tekmelerler bağırıp, çağırarak…
Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam bir önlem almaya karar verir. Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapısının önüne çıkar, onları durdurur ve “Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size günlük 5 milyon vereceğim.” der.
Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve onlara şöyle der: “Çocuklar enflasyon beni de etkilemeye başladı, bundan böyle size sadece 1 milyon verebilirim.” Çocuklar pek hoşlanmazlar ama yine devam ederler gürültüye. Aradan birkaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları. “Bakın!” der, “Henüz maaşımı alamadım, bu yüzden size günde ancak 500 bin lira verebilirim, tamam mı?” “Olanaksız bayım!” der içlerinden biri, ”Günde 500 bin lira için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.”
Altın Çaldır çivileri
Mutluluğu kendinden vazgeçme, umudu cennet olan bilge kişi, serveti gördüğü her şeyi aşan bir prensle karşılaşmış. Prensin çadırı dinlenmek amacıyla şehrin dışında kuruluymuş. Çadır çok kıymetli bir kumaştanmış. Hatta çadırı tutan çiviler bile som altındanmış. Sade ve şatafatsız bir hayat sürmeyi savunan bilge kişi, prense dünya varlıklarının, altın çadır çivilerinin anlamsızlığı ve insan çabasının sonuçsuzluğuyla ilgili bir araba laf etmiş. Diğer taraftan da kutsal yerlerin ne kadar ölümsüz ve görkemli olduğunu söylemiş. Elinden geleni yaptıktan sonra beklemenin, en büyük mutluluk olduğunu belirtmiş. Prens büyük bir ciddiyetle bunları dinlemiş. Bilge kişinin elini tutmuş ve şöyle demiş: "Benim için sözlerin yol gösterici. Dostum, benimle gel, kutsal yerlere yolculukta bana eşlik et." Bu sözlerden sonra prens bir kez bile geriye bakmadan, yanına hiçbir şey almadan yola koyulmuş.
Bilge kişi bu duruma şaşırmış, prensin arkasından koşmuş ve bağırmış: "Prensim, kutsal yerlere gitme konusunda gerçekten ciddi misiniz? Eğer ciddiyseniz, gidip yanıma eşyalarımı almak için beni bekleyin." Prens gülerek cevap vermiş: "Ben servetimi, atlarımı, altınlarımı, çadırımı, uşaklarımı ve sahip olduğum her şeyi bıraktım. Senin ise eşyaların için geri gitmen gerekiyor." Bilge kişi yine şaşkınlık içinde sormuş: "Prensim, lütfen bana açıklayın, nasıl bütün servetinizi almadan gidebilirsiniz?" Prens yavaş ama anlaşılabilir bir ses tonuyla şöyle söylemiş: "Biz altın çadır çivilerini toprağa çaktık, kalbimize değil."
20 milYon Lira
Bir baba kızına kitap okuma alışkanlığı kazandırabilmek için ödül vermek istemiş ve: "Kızım, eğer sana verdiğim şu kitabı bitirirsen 20 milyon lira vereceğim." demiş. Bu teklif çocuğun çok hoşuna gitmiş ama kitap okumayla da pek arası yokmuş. O nedenle "En iyisi ben bu kitabın öze-tini kütüphaneden araştırıp bulayım, onu iyice ezberleyeyim, babam okudun mu diye sorunca da o özeti anlatırım." diye düşünmüş.
Ve çocuk gitmiş, kütüphaneden babasının okuması için verdiği kitabın özetini bulmuş. İki sayfalık bu özeti iyi bir şekilde öğrenmiş. Tabi babası anlamasın diye bir hafta da beklemiş. Bir hafta sonra "Babacığım ben kitabı okudum, ödülümü verir misin?" diye sormuş. Babası kızından kitapta geçen konuyu anlatmasını istemiş. Ve çocuk güzel bir şekilde konuyu anlatmış. Ardından tekrar ödülünü istemiş babasından. Ama babası hiç beklemediği bir tepki vermiş ve kızına "Sen bu kitabı okumamışsın, beni kandırıyorsun. Çünkü eğer okusaydın kitabın içine koyduğum 20 milyon lirayı bulurdun!"
Dogru Zamanda yardım
Bir genç, babasıyla kırlarda dolaşırken kozasından çıkmaya çabalayan bir kelebek görürler. Kelebek, kozanın lifleri arasından sıyrılmaya çabalamaktadır. Baba, hemen kelebeğin yardımına koşar ve dikkatli bir şekilde kozanın liflerini sıyırıverir. Lifleri açar ve kelebeğin pek zorlanmadan kozadan çıkmasını sağlar. Ancak kelebek kozadan kolaylıkla çıkmasına rağmen uçamaz. Biraz çırpınır ve yerinde kalır. Çünkü kelebek kendini liflerden kurtarma çabası sırasında aslında kaslarını geliştirmekte, kendini ayakta tutacak, güçlü kılacak, uçmaya hazırlayacak hareketleri öğrenmektedir. Baba, lifleri sıyırmakla kelebeğe iyilik yapmamıştır. Kelebeğin güçlenmesine engel olmuştur. Kelebek hiçbir zaman özgürlüğü tadamamış, gerçekten uçamamıştır.
Pahalı Resim
"Bir gün Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuğun biri vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belli ki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır, tablo hâlâ satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve: “Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum; tüm param da bu kadar.” der. Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve çocuğa uzatır. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada adamın arkadaşları da vardır; şaşkın şaşkın sorarlar: “Sen ne yaptın! O resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar az bir paraya sattın?” Adam cevap verir: “Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim; ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi olurdu ki!”
Kişilik
Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nda 2. sınıf öğrencileri Türkiye Ekonomisi dersinin hocasını bekliyor.
Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
"Bakın…" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey…"
Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar."
Bir (0) daha…
"Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz."
Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
Yetenek… disiplin… sevgi…
Eklenen her yeni (0)'ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca…
Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir!"
Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülüyor.
Tarif
Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
– Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
– Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk:
- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
- İyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?
- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken: Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür